Elif Doğan, "Meğer Ben Feministmişim" kitabında "Kişisel her şey politiktir" sözünü Harriet G. Lerner'den duyduğunu vurguluyor. Ben bu sözü ilk kez 2007'de üniversitede okurken, hayatıma dokunan çok sevdiğim bir hocamdan duymuştum. O zamanlar akademinin "parası olanın işi" olduğunu, eğer arkamızda bu güç yoksa başka planlar yapmamız gerektiğini söyleyen bir profesörümüzü de duymuştum. Bu iki sözü de dinlemiş miydim bunu çok sonra anlayacaktım.
Bu sözün gerçekliği bana yabancı değildi. – Sahi ne zaman bu kadar unutkan olmuştum!- Annem ben ilkokuldayken 1 Mayıs işçi yürüyüşüne katıldığı için ki -sendikalı tek kadın işçiydi o zamanlar- işten uzaklaştırma almıştı. O dönem babam yurt dışındaydı ve nedenini hatırlamıyorum haberleşememişler ve birkaç gün gecikmeyle elektrik faturasını ödeyememiştik. İki gün karanlıkta oturmuştuk. Annem bunu ailesine bile anlatamamıştı, çünkü ailesinin rızası olmadan evlenmiş bir kadın olarak başına gelen her şeye katlanması bekleniyordu.
Zaman içinde bu gerçeklerle çok defa yüzleştim. Gezi Olayları'na katılmak, siyasetin merkezinde olan bir bölümde yüksek lisans yapmak, aslında akademisyen olmama engel olan her şeyin üstüne gitmekti. Peki ya sonra? "Düzene boyun eğmek" değil miydi gerçek anlamda bana dayatılan? Tabii ben de buna boyun eğmiş ve bunun “doğru” olduğunu kabul etmiştim. Siyasette, akademide, hatta sosyal hayatta bile maddi gücün belirleyici olduğunu gördükten sonra köşeme çekilmemiş miydim?
Sonra annemi kaybettim. 2013'te kardeşimle bir hayat kurmak, onun okulu bitirmesine destek olmak zorundaydım. Hayatta kalmak, tüm bu meselelerden daha önemli hale gelmişti. Ama yine de siyasetin hayatımın her alanında belirleyici olduğunu görmemek mümkün değildi.
Bugün dönüp baktığımda, Giresun'a tersine göç ederken bile politik bir karar almamış mıydım? Oğlum doğada, sağlıklı gıdaya tarladan ulaşarak, güvenli bir ortamda büyüsün diye bu yolu seçmemiş miydim?
Ama yine de sistemin içinde hayatta kalmaya çalıştığımız gerçeğinden pek kaçamıyoruz. "Hak ettiği" eğitimi alabilmesi için oğlumu özel okula göndermek için çabalarken, her gün eğitim sisteminin sorunlarıyla yüzleşmiyor muyum? Özel okulların katlanan fiyatlarıyla uykularım kaçmıyor mu?- Toprak’ın ilkokula başlamasına 1.5 yıl varken hem de!-
Ancak tüm bunları sessizce içimizden düşünmeye, sadece sofralarımızda konuşmaya o kadar alışmışız ki kitabı okurken bu gerçekler yüzleşmek bana biraz ağır geldi ve yazarak hafiflemek istedim.
Bazen en sıradan olaylar bile aslında ne kadar politik bir dünyanın içinde yaşadığımızı hatırlatır. Çocuğumun parka gitmesi için ya da denize kıyısı olan bir şehirde yaşadığımız halde denize ulaşmak için kat etmemiz gereken mesafe, sadece lojistik bir mesele gibi görünebilir. Ama aslında bu, kamusal alanların nasıl şekillendirildiğiyle, kimin nerede nasıl vakit geçirebileceğine dair alınan kararlarla ilgili politik bir durumdur. Bunu hep biliyordum, ama bunları sorgulamamak o kadar normal bir hal almış ki… Bu da bir tür duyarsızlaşma.
Eskiden kısa etek giyer, hatta sütyensiz de gezerdim. Arkadaşlarımın uyarılarını duymazdan gelirdim. Sonra zamanla, tepki almak istememekten mi, yoksa toplum içinde var olma şeklimin değişmesinden mi bilmiyorum, daha farklı giyinmeye başladım. Kilo aldıkça bedenimle arama mesafeler girdi diye kendime dediğim sözlerin anlamsızlığını şimdi daha çok farkına varıyorum. Yavaş yavaş muhafazakârlaştım. Beden algım değişti ve bunun politik bir mesele olduğunu unutmuştum. Sonra Elif Doğan hatırlattı. Unutmuş olmak bile ilginç. Yani bedenime dair kararlarımın, çevremdeki insanların tepkileri ve toplumsal dönüşümlerle nasıl değiştiğini unutmak….
Şimdi de tek çocuklu olduğumuz için eleştiriliyoruz. “Çocuk her yere götürülmez, anne böyle giyinmez" gibi yorumlar alıyorum. Kürtaj hakkımızı konuşamıyoruz. Bedenimiz hakkında bile özgürce karar veremezken, toplumsal baskının bireysel seçimlerimize nasıl sızdığını görmemek mümkün mü? Bugün minibüste ağır çantası olan 9-10 yaşlarında bir çocuğun, 30’lu yaşlarında bir kadına yer vermesi için mahalle baskısına maruz kalması da politik değil mi? Bunu "saygı" çerçevesine sokmak da politik. Sahi bu saygı normlarını kim belirliyor.
Bunlar sadece bireysel tercihler gibi görünebilir ama aslında belirli normları sürdürmek için toplumun ürettiği kurallara dönüşüyor. Ve biz bunları ne kadar sorgulamadan kabul edersek, o kadar "normal" hale geliyorlar. Zamanla duyarsızlaşıyoruz. Bunu psikolojide "desensitization" olarak tanımlıyorlar. Aynı şekilde, belli normları kabul edip ona göre hareket etmeye başladığımızda, bu da "normalleşme" sürecine giriyor. İlk başta yadırgadığımız şeyler, bir süre sonra bize de doğal gelmeye başlıyor. Öyle olması gerektiğini düşünüyoruz.
Bilişsel uyumsuzluk da işin içine giriyor. Örneğin, kendini feminist veya özgürlükçü olarak tanımlayan birinin, zamanla toplumun beklentilerine uyum sağladıkça bazı fikirlerinden ödün verdiğini fark etmemesi gibi. Çünkü içsel bir çatışma yaşamak istemiyoruz. Dışlanmak istemiyoruz. O yüzden bazen farkında olmadan değişiyoruz.
Bir seçim zamanı, bir partiliyle çocuğum hakkında konuşurken bana "Ben veganım ve antinatalistim" diyerek kendini tanıtmıştı. O zaman neden bu söz bana itici gelmişti bilmiyordum. Bunu bir tür üstünlük göstergesi olarak mı söyledi, yoksa benim seçimlerimle ilgili bir karşıt görüş mü sundu? Antinatalizm ve pronatalizm gibi akımlar da aynı baskıları içeriyor aslında. Bir yanda "çocuk sahibi olmak bencilliktir" diyenler, diğer yanda "en az üç çocuk yapmalısınız" diyenler. Oysa bireysel seçimlerin böylesine ideolojik bir alana çekilmesi, insanın kendini savunmak zorunda hissetmesine yol açıyor.
Tüm bunları düşünürken, birey olarak özgürlük alanlarımızın gerçekten ne kadar bize ait olduğunu sorguluyorum. Ne kadarını gerçekten biz seçiyoruz, ne kadarını bize dayatılan normlardan dolayı içselleştiriyoruz? Gerçekten özgür irademizle mi hareket ediyoruz, yoksa toplumsal baskılara uyum sağlamak adına şekil mi değiştiriyoruz?
Bazen en basit kararlarımızın bile ne kadar büyük anlamlar taşıdığını, seçimlerimizin nasıl bir toplumsal arka plana oturduğunu görmek yorucu olabiliyor. Ama en azından farkında olmak, sorgulamaya devam etmek, duyarsızlaşmamak önemli. Çünkü bazen en politik şey, basit bir tercih gibi görünen şeylerin ardındaki yapıyı görebilmektir.
Türkiye'de yaşanan çocuk cinayetleri, kadın cinayetleri, eğitim sorunları ve ekonomik zorluklar; bunların hepsi içinde yaşadığımız sosyo-politik yapının bir sonucu. Elif Doğan'ın kitabı, bu meseleleri bir kadın olarak yaşamanın ne anlama geldiğini güzel bir şekilde özetliyor. Ama kitabı okumak yetmiyor, bu meseleleri daha fazla dile getirmek gerekiyor.
Bu yazının ikincisi olacak. Toplumsal cinsiyet rolleri üzerine de içimde birikmiş o kadar çok söz var ki onu başka zamana bırakıyorum. Ben aile içi iş bölümü meselesini hallettik sanıyordum; yanıldığımı anne olunca anladığımı yine de belirtmek istiyorum. Bir de kitabın yüzüme vurduğu gerçekler😊
Ve Bell Hooks’tan da alıntıladığı “Hepimiz biliyoruz ki dünyadaki tüm kadınlar feminist olsalar da, erkekler cinsiyetçiliklerini sürdürdüğü müddetçe yaşamlarımız kısıtlanacak ve toplumsal cinsiyetler arasındaki savaş hali bir norm olmaya devam edecektir.” sözünü bu yazı 8 Mart Dünya Kadınlar Günü’ne denk geldiği için paylaşmak istiyorum.
Sevgili Elif Doğan’a hatırlattıkları, fark ettirdikleri ve öğrettikleri için çok teşekkür ediyorum.
Kitabı okurken aklımdan geçen birkaç teşekkürüm daha olacak…
Kitapta adını görmekten mutluluk duyduğum farkındalığımın ilk tohumlarını eken Fatmagül hocama ve tüm üniversite hayatımda sohbetleriyle çok şey öğreten sonraki süreçte feminist bir oğlan çocuğu büyütmem de bana örnek olan Gizem hocama,
Doğal doğumun başarı ya da başarısızlık olmadığını, emzirmek ya da emzirmemek işte bütün mesele bu diyen her türlü baskının anlamsız olduğunu bana hatırlatan canım doğum eşlikçim, doktorum Güneş’e ve kurduğu mutlu anneler grubuma,
Annelik yolculuğumda bize cinsiyetçi rollerden nasıl uzak duracağımızı hatırlatan ve her anda elimi tutan canım doula arkadaşım Bengi’ye;
Farkındalığımın artmasına her türlü katkı sağlayan, bakış açımı değiştiren Esra’ya
Sanata bakış açımda ezberimi bozan ve uzun yıllarca büyük dertlerimi hafifletme yollarını bana gösteren Gamze’ye,
Yeni girişimim için yolu açan ve her zaman bu yolculukta adını anacağım Demet’e,
Finansal anlamda sıkışmışlığımda yol gösteren ve beni cesaretlendiren Özlem’e,
Anneliğin kalıplarından çıkma ve yazma konusunda beni her zaman cesaretlendiren Derya’ya,
Girişimcilik yolculuğumda bakış açımı dönüştürmemin tohumlarını atan Ceren’e
Her zaman omuz omuza yürüdüğüm, canımın yoldaşı kız kardeşim Kübra’ya
Ve böyle bir kadın olmamda en büyük yol göstericim, yokluğunda bile öğrettikleriyle bana ışık olan canım anneme sonsuz teşekkür ederim. Mücadele sessiz de devrim devrimdir derdi umarım artık devrimler daha sesli olur anneciğim…
Ve hayatımda iz bırakan bütün kadınlar… İyi ki varsınız.
8 Mart aniden daha da güzelleşti, çok teşekkür ederim!